3 Kasım 2013 Pazar

EDEP BİR TAC İMİŞ....



Edep elbisesi mümin olanın üzerine giyip bir daha üzerinden asla çıkarmayacağı en güzel elbisedir. Efendimiz s.a.v. aynaya baktığı zamanlarda söylediği: “Allahım yaratılışımı güzelleştirdiğin gibi ahlâkımı da güzelleştir.” duasını yazımıza serlevha yaptığımız zaman görüyoruz ki, hem kalıp hem de ruh olarak müminler güzele doğru kesintisiz bir akış halindedir.
‘Fazilet ve hayırlar ilmi’ diye tanımlayabiliriz ahlâkı. Ahlâk, durup düşünmeksizin insandan kolayca ve kendiliğinden sürekli olarak güzelliklerin ortaya çıkmasıdır. Yani davranışın ahlâk sayılması arada sırada değil, sürekli olmasıyla mümkündür. İnsan olmanın, insanın eşref-i mahlukat sırrına mazhar olmasının sırrı, ahlâkın öz kardeşi olan edep elbisesindedir. Dilimizde edep ve ahlâk genelde bir arada, birbirini tamamlayan bir ikileme olarak kullanılır.
İnsanlar arasındaki muhabbet, saygı, müsamaha ve güven gibi duyguların gelişmesi huzurlu bir cemiyet meydana getirir. Bu cemiyetin mayası da edeptir. Edep İslâm’ın emrettiği, güzel saydığı bütün söz ve davranışları kapsar. İyi terbiye, naziklik, usluluk, zariflik, hicap ve hayâ hep edebin anlam çerçevesi içindedir. Edebin çoğulu da âdâptır.
Edebe riayet etmeyen
İnsanoğlu edepten mahrum ise ‘insan’ oluş sırrını kaybetmiştir. Çünkü insanı hayvandan farklı ve asil kılan edeptir. “Gönül gözümüzü açıp Allah kelamına bakınca görürüz ki ayet ayet bütün Kur’an’ın manası edeptir.” diyen Hz. Mevlâna’ya kulak verelim:
“Edep insanın kendini tanımasıdır. Edebe riayet etmeyen bir kimse Allah’a yakın olamaz. İlim ve tahsilin insana kazandıracağı ilk şey edep ve incelik değilse, başka bir şey olamaz. Gerçek akıl ve tahsil sahiplerine hiç yakışmayan şey kontrolsüz davranışlardır ve edep dışı hareketlerdir. İnandığımız nizamın ve Kutsal Kitabımız’ın özü edeptir. Saygı ve edepte cimri olanın parada cömert olması bir kıymet ifade etmez.
İslâm, iman ve namazla başlayıp erkân ve edeple devam eden ve derinleşen ilahi bir nizamdır. Ey insan! Anla ki insanın elindeki can ne ise edep de odur. İnsanın kalbindeki, göğsündeki nurlar edepten ibarettir. Ayağını iblisin kafasına koymak, ona hakim olmak istiyorsan gözünü aç anla ki, şeytanı öldüren edeptir.”
‘Peygamberliğin kırkta biri’
Edep tacını giyen müslüman Allah Tealâ’nın razı olduğu kullara dönüşür. Allah’ın razı olduğu kulların birbiriyle münasebetleri de huzurlu bir toplum meydana getirir. Çünkü edep, ölçülü hareket etme, utanma, haddi aşmama, nezaket ehli olma, gönül kırmama gibi insanî eylemlerin hepsini içinde barındıran efsunlu bir güzelliktir. Bu güzelliğe bürünen insan da toplum içinde takdir edilen, sevilen şahsiyetli bir insan olur.
Beşeriyetin en güzel örneği Hz. Peygamber s.a.v.: “Güzel hal, düşünerek hareket etmek ve iktisat (ölçülü davranmak) peygamberliğin kırkta biridir.” buyurur. Bu sözden hareketle anlıyoruz ki insan edep tacıyla peygamberlik vasıflarından birini kazanıyor. Kazanılan edep, nezaket ehli, hürmete layık, cemiyet önünde daima saygı gören insanı meydana getiriyor. Edepten yoksun insan da gerçek değerini kaybediyor.
Abdurrahman es-Safurî, “Allah, hiçbir kimseye akıl ve edepten başka daha üstün bir bağışta bulunmamıştır. O ikisi gencin güzelliğidir. Şayet onları kaybederse hayatın en güzel şeyini kaybetmiş olur.” derken, akıl gibi büyük bir nimetle edebi yan yana zikretmesi de dikkat çekicidir.
İlahi aşka bizi götüren yollar da edepten ibarettir. Rabbimize varabilmek için varlığımızı edeple süslemek gerekir. Bu noktada Hz. Mevlâna ne güzel söyler: “Ey aşıklar nefsinizi edeple süsleyin. Zira aşk yollarının hepsi de edepten ibarettir.”
Kulluk da edeple
Müslüman ibadetlerle, amellerle Rabbinin rızasına kavuşur. Dolayısıyla dinî hayatın varlığı için de edebe tam riayet etmek gerekmektedir. Enes bin Malik r.a. bu hususta şöyle buyurur: “Amelde edep, onun kabulune işarettir.”
Amellerimiz, dinî vecibelerimiz de belirli bir âdâp ile gerçekleşmeli. Zira âdâba riayet etmeden amellerin tam olduğunu söyleyemeyiz. Âdâba uyanlar müstehapların ecrine ulaşır, müstehapları ihmal etmeyen, sünnetlere muhalif davranmayan kişi vacibi terk etmez. Vaciplerin ikmaliyle de farzlar ihsan derecesine ulaşır. Velhasıl ibadetlerde edebe riayet ne kadar fazla olursa, kabulüne dair ümit de artar.
Zekât ve sadakaya kadar amellerimizi gerçekleştirirken hep İslâmî edep çizgisinde bulunmamız emredilmektedir. Nitekim veren verdiği için kuruntuya kapılıp alanı rencide etmemelidir. Yüce Kur’an’da, “Eğer sadakaları aşikâr verirseniz o ne güzel; onları gizler, bu şekilde verirseniz işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah, (gizli olarak vermeniz sebebiyle) günahlarınızdan bir kısmını örter. Allah ne yaparsanız ondan hakkıyla haberdardır.” buyuran yüce Mevlâ iyiliğin nasıl yapılacağını, bunun edep ölçüsünü ne güzel verir.
Celal Basrî hazretleri ibadetler konusunda edebin önemini şöyle ifade eder: “Tevhid imanı, iman da dinin hükümlerini tatbik etmeyi gerektirir. Dinî hayatı olmayanın imanı da, tevhidi de olmaz.”
İlla edep, illa edep
İlla edep noktasından hareketle kelamın da edebini göz ardı edemeyiz. Hızırzâde Said Bey bu hususta ne güzel söyler: “Sükûtu, bilmediğinden değil edebindendir / Gerçi söylemez amma neler bilir aşık.”
Kalemin, ismin hakkını vermek davasında olan kalem ve kelam sahibi için edep, en büyük tac ve muazzam bir hazinedir. Osmanlı bakiyesi mesnevihanlarımızdan merhum Tahirü’l-Mevlevî: “Edep hem terbiye hem edebiyat demektir.”der. Şinasi de: “Edebiyat fennî bir marifettir ki, insana edep hasletini kazandırdığı için ona edep, edebiyatçıya da edip denmiştir.” tesbitlerinden hareketle edebiyatı edepten ayrı düşünemeyiz. Hatta sözlük dünyamıza bir göz atın, kalıplaşmış, deyimleşmiş edeple hayat bulan yüzlerce ifade ile karşılaşırız: ‘Edep çiçeği’, ‘edep erkân’, ‘edep yâ hû’, ‘edep dahilinde’, ‘edebini bilmek’, ‘edebiyle oturmak’, ‘edebini takınmak’, ‘edebî kelam’ vs…
“Edepsiz kemal olmaz” hikmetinden hareketle gerçek edip, üstün eserler vücuda getirmek istiyorsa kalemine edep suyuyla abdest aldırmak zorundadır. Yoksa bayağı, çirkin, bâtıl ve argo sözlerle toplumun hoşuna gider zannıyla meydana getirilmiş eserler hem sayfayı, hem kalemi, hem de okuyanın idrakini bulandırıp kirleteceği için edebî eser kıymetine asla ulaşamayacaktır. Edebiyat hazinemize yüzyıllar ötesinden ışık saçan eserlere bakınız, hep şu hakikati görürsünüz: “Ehl-i diller arasında aradım, kıldım talep / Her hüner makbul imiş illâ edep illâ edep.”
O’nu ayna edinerek
Edep tacını, elbisesini giyerken kendimize çeki düzen vereceğimiz kâinatın aynası Efendimiz s.a.v.’e bakmalıyız. Süleyman Çelebi merhumun ifadesiyle: “Zatıma mir’at (ayna) edindim zatını.” hikmetinden yola çıkmalıyız. Çünkü Efendimiz s.a.v.: “Beni Rabbim terbiye etti ve ne güzel terbiye etti…” buyurur. Ahlâkı Kur’an olan Efendimiz, edep tacının hakiki sahibidir. Nitekim Kur’an-ı Hakim’de Yüce Mevlâ Ahzâb suresinde şöyle buyurur: “Ey inananlar! Andolsun ki sizin için Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Rasulullah en güzel örnektir.” Müminlerin annesi Hz. Aişe r.a.: “O’nun ahlâkı bütünüyle Kur’an’dı.” der. Kalem suresinde de “Şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzeresin.” buyurulur.
Kur’an-ı Kerim’i kendine ölçü yapan, bütünüyle ona uyan, kısaca yaşayan Kur’an olan Kâinatın Efendisi’ne uyarak edep ilmini tahsil etmeliyiz. Efendimiz ki, insanlara asla kırıcı söz söylemeyen, güzel söz sahibi, yetimlerin koruyucusu, kul hakkına riayette hassas terazi, muhatabına tüm cephesiyle yüzünü dönen… Edep sözcüğünün varlık sebebi Efendimiz s.a.v.’i kendimize ayna yapmalıyız, böylece edep dairesine gireriz.
Sonuç olarak bir Allah dostunun ifadesiyle: “Âdemi ikmale sebep, lazım olan cümle edep.” hikmetince kendimizi ikmal etmiş, tamamlamış oluruz. Böylece, “edep üzre olan fani cihanda, muzaffer oldu hem bunda hem anda” hikmetince iki cihan saadetine ereriz. İnşallah.
Ali Uysal – Semerkand Dergisi , Kasım 2011.

21 Ekim 2013 Pazartesi

Yolun İşaret Taşları

Yolun İşaret Taşları

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Ehl-i Sünnet Nedir?





Ashab-ı Kiram’a Karşı Vazifelerimiz

Hz. Peygamber’in (A.S.) Ashabı, Allahu Tealâ’nın Kur’an-ı Kerim’de övdüğü bir altın nesil. Allah’ın Elçisi’nin yol ve dava arkadaşları. O’nun sohbet ve nazarlarıyla terbiye olmuş bu neslin sözleri, tutum ve davranışları, bütün hak mezhepler tarafından dini hükümlerde kaynak olarak alınıyor.
Bir müminin, Allah ve Rasulü (A.S.)’ne imandan sonra en mühim vazifelerinden birisi, Allahu Tealâ’nın kendisine iman kardeşi yaptığı müminleri Allah rızası için sevmektir. Bu sevgi saygı ister, hürmet bekler. Sevdiği kimseye karşı hürmet ve saygıda kusur edenlerin sevgisi kalpte değil, dildedir.
Ashab-ı Kiram (R.A.), ilk müminlerdir ve müminlerin en şereflileridir. Onlar, dünya gözüyle alemlere rahmet olan Hz. Rasulullah (A.S.) Efendimizi gördü ve onu candan sevdiler. Onunla gönül birliği yapıp, onun nazar ve nezaretinde büyük İslam emanetini taşıdılar. O’nun sesini duyup, yürüyüşünü ve gülüşünü seyredip, acısına ve sevincine ortak oldular. Allahu Tealâ  onlara peygamber olarak Yüce Habibi (A.S.)’ni nasip etti. Habibi Hz. Muhammed (A.S.) için de ashab olarak onları seçti. Bu, ne güzel bir nasip ve ne güzel bir seçimdir.
Ashab-ı Kiram, Allah ve Rasulü (A.S.)’nün sevgisine ve övgüsüne mazhar olmuşlardır. Allahu Tealâ onlara mümin ve müslüman diye hitab etmiş, kendilerine Muhacir ve Ensar ismini vermiştir. Erkeği ve kadını, genci ve yaşlısı ile onlar, sonradan geleceklere en güzel kul ve en hayırlı ümmet modeli olmuşlardır.
Bizim onlara karşı önemli vazifelerimiz var. Bunlar içinde asla vazgeçilemiyecek olanlar şunlardır:
 Ashabı Sevmek Allah Ve Rasulü’nü Sevmektir
Allahu Tealâ’nın insanlar içinden seçip Peygamberinin (A.S.) yardımcısı ve arkadaşları yaptığı, onlar vasıtasıyla dinini yaydığı kimseleri sevmekten hangi mümin rahatsız olur?  Hiç şüphesiz onları sevmek imanın bir parçasıdır. “Akidetü’t-Tahâvi” adlı meşhur akaid kitabında Ehl-i Sünnet’in Ashab sevgisi şöyle zikredilir:
“Biz, Allah Rasulü (A.S.)’nün Ashabını severiz, ancak sevgide aşırılığa gitmeyiz. Ashab-ı Kiram’ın hiç birini ayırt etmeyiz. Onlara buğz edene buğz ederiz ve o kimseyi hayırla anmayız. Ashabın hepsini hayırla anarız. Ashabı sevmek din, iman ve ihsandır; onlara kin ve nefret ise küfür, nifak ve azgınlıktır.”
Allah Rasulü (A.S.)’nün  şu uyarısını hafife almak mümkün mü? “Ashabımı seven, beni sevdiği için sevmiştir. Onlara buğzeden ise beni sevmediği için onlara buğzetmektedir. Onlara eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden Allah’ı gazaba getirmiş olur. Allah’ı gazaba getiren kimsenin ise helak olması yakındır.” (Tirmizî, Ahmed, İbnu Hıbban)
 Onların Tümünü Hayırla Anmak Zorundayız
Hz. Hüseyin (R.A.)’in oğlu Ali Zeynel-abidin’in (Rh.A.) yanında Irak’lı bir grup, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (R.A.) hakkında ileri geri konuşmaya başladılar. Sözlerini bitirince Hz. Zeynelabidin (Rh.A.) onlara dönerek “Bana söyler misiniz, sizler kimsiniz? Siz, Allahu Tealâ’nın, ayetinde belirttiği gibi (Haşr/8) Muhacir ismini verdiği, İslama ilk adımı atan, müslüman oldukları için vatanlarından çıkarılan, bu uğurda mallarından vaz geçen, gece gündüz Allah’ın rıza ve ihsanını arayan, Allah’a ve Rasulü’ne yardım eden, her şeyleri ile sadık olan kimseler misiniz?” diye sordu. Onlar “Hayır biz o gruptan değiliz.” dediler. Hz. Zeynelabidin (Rh.A.) “Yoksa siz, ayette (Haşr/9) bahsedildiği şekilde imanı içlerine iyice sindiren, Medine’yi iman yurdu haline getiren, kendilerine hicret eden müminleri seven, onlara verdikleri mal ve hizmetlerinde hiç gözü olmayan, kendileri ihtiyaç içinde iken kardeşlerini nefislerine tercih eden ve önce onlara veren, nefislerinin cimriliğinden kurtulup felaha eren Ensar topluluğundan mısınız?” diye sordu. Onlar, “Hayır. Biz bahsettiğin Ensar da değiliz.” dediler. O zaman Hz. Zeynelabidin (Rh.A.) “Bu iki gruptan olmadığınızı kendiniz söylediniz. Ashaba dil uzatan şu tavrınıza bakıyor ve şahitlik ediyorum ki siz Allahu Tealâ’nın haklarında “Muhacir ve Ensar’dan sonra gelen müminler şöyle derler: Ey Rabbimiz! Bizi ve imanda bizden önce geçen kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin ve düşmanlık bırakma. Rabbimiz! Hiç şüphesiz sen çok şefkatli ve çok merhametlisin.” (Haşr/10) buyurduğu kimselerden değilsiniz. Çıkın dışarı, Allah size layık olduğunuzu versin.” dedi. (Ebu Nuaym)
Hz. Zeynelabidin (Rh.A.)’in ashaba dil uzatanlara cevaben okuduğu yukarıdaki ayet-i kerime ile Yüce Rabbimiz, sonraki müslümanların Ashab-ı Kiram’a karşı edebini belirlemiş oluyor.
Rasulullah (A.S.) Efendimiz defalarca “Sakın ashabıma dil uzatmayın, aman onlar hakkında kötü konuşmayın! Ashabım zikredilince ya hayır konuşun veya susun. Onlara kızıp beni üzmeyin.” şeklinde uyarılarda bulunmuştur. (Bkz. Buhari, Müslim, Heysemî)
Ehl-i Sünnet alimlerinin tercih ettiği görüş şudur: Hz. Peygamberi sevmenin ve yüceltmenin bir gereği de, onun Ashabını sevmek ve onlara dil uzatmamaktır. Onların arasında meydana gelen ihtilaf ve çekişmelerin hakemliğini Allahu Tealâ’ya bırakmaktır. Kendilerini hayırla anmalı, güzel hallerini örnek almalı, onlardaki ilahi aşk ve edebe talib olmalıdır. Bid’at ehlinin ve din düşmanlarının Ashab hakkındaki yaygara ve yanlış fikirlerine rağbet etmemelidir.
Ashabın masum olduğunu, hiç bir kusur ve günah işlemediğini düşünmeyiz. Fakat “ne kusur işlediler acaba?” diye kusur arayıcılık da yapmayız. Her şeyi, işlerdeki sırları bilen Allahu Tealâ’ya havale ederiz.
 Ashaba Tabi Olmak Kurtuluştur
Allahu Tealâ, Muhacir ve Ensar’ı bize “es-sâbikûn yani iman ve İslam’a girmede önde gidenler” diye tanıtmış ve haklarında “Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldular. Allah onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı; orada ebedi olarak kalacaklardır” hükmünü ve müjdesini vermiştir. (Tevbe/100) Bu müjde sadece onlara has değildir. Ayet, onlardan sonra gelip de iman ve itaat konusunda onlara en güzel şekilde tabi olanların da aynı saadete kavuşacağını müjdeliyor.
Ashab-ı Kiram (R.A.)’ın yol ve görüşlerinin aksine hareket edenleri, şu ayet-i kerime çok ciddi şekilde uyarmaktadır: “Kendisine doğru yol belli olduktan sonra kim, Peygamber (A.S.)’e karşı gelir ve (onun izindeki) müminlerin yolundan başka bir yola girerse, onu o yöneldiği şeyle başbaşa bırakır ve sonunda Cehennem’e sokarız. O ne kötü bir yerdir!” (Nisa/115)
İmam Malik (Rh.A.) demiştir ki: “Ömer b. Abdulaziz (Rh.A.) şöyle derdi: “Rasulullah (A.S.) Efendimiz ve ondan sonra müslümanların idaresini üstlenen Raşid Halifeler bir takım uygulamalar ortaya koydular. Onlarla amel etmek Allah’ın kitabını tasdik etmektir. Onlara uymak Allah’a itaatı kemale erdirmektir ve Allah’ın dinini yaşamada en büyük kuvvettir. Hiç kimsenin onları değiştirme, onları bozma ve onların aksine gitme yetkisi yoktur. Kim onlara uyarsa hidayete ulaşır. Kim onlarla kendisini desteklerse ilahi yardıma mazhar olur. Onlara muhalefet eden kimse, müminlerin gittiği hak yolun dışına çıkmış olur. Allah o kimseyi girdiği yoldaki sapıklığı ile başbaşa bırakır ve sonunda Cehennem’e atar. O ne kötü bir yerdir.” (İbnu Ebî Hâtim)
Büyük alim Abdullah b. Mubarek (Rh.A.) der ki: “Şu iki haslet kimde bulunursa, o kimse kurtulur: Sözü ve özüyle doğruluk ve Allah Rasulü (A.S.)’nün Ashabını sevmek.” (Kadı İyaz)

Sosyal medya: 
http://semerkanddergisi.com/ashab-i-kirama-karsi-vazifelerimiz/